Takım Analizi

Borussia Dortmund Takımı Analizi

Sevilla ile başladığımız takım analizi serimize Borussia Dortmund ile devam ediyoruz. Yıl 2016… Fransa’dayız, Nice. Ligue 1’in klasik ortalama takımlarından biri olarak anılır son 5 yılı çıkarırsak tarihten. O ortalama takımı, Fransa’nın başaltı ekiplerinden biri haline getirmek için 10 basamaklı bir merdivenin 4 basamağını çıkan Claude Puel, İngiltere’den Southampton tarafından aldığı teklifi geri çevirmedi. Puel’in Leicester City dönemini kenara koyarsak Southampton dönemi beklenilenin altındaydı, zaten bu başka bir makalenin konusu sayılabilir, oraya girmeyelim ama Nice, başsız kalmıştı.

Nice, 2015’in sonuna doğru Borussia ekibi Monchengladbach’tan ayrılan Lucien Favre’ye teklif götürdü. Favre, Almanya’da keşfedilene kadar ülkesi İsviçre dışında hiçbir ülkede antrenörlük yapmamıştı, zaten Almanya’nın son dönemde neredeyse tüm kulüplerinin scouting amacıyla pazar yaptığı milletlerden biri İsviçre. Özellikle Monchengladbach kancayı takmış durumda İsviçre’ye. Dennis ZakariaNico ElvediMichael Lang gibi çok kaliteli potansiyelleri Avrupa futboluna sundular ve devam edecek gibi gözüküyor bu kısa vadede. Neyse yine daldan dala uzar gider orası…

Nice’in Lucien Favre’ye teklif götürmesi; öyle “Ya boştaymış, Gladbach ve Hertha Berlin’i çalıştırmış getirin yapar burada yapar” mantığıyla değildi bizim kulüplerdeki gibi. Favre, adam ve oyuncu yönetimini nefis becerebilen hocalardan biridir. Yeryüzünün en sayko topçusu Mario Balotelli’yi istikrara kavuşturan tek hoca kendisi olabilir ve neredeyse medyaya büyük başlık derecesinde hiç malzeme vermemiştir. Gladbach’ta da Marco ReusHavard NordtveitTony JantschkeOscar WendtThorgan HazardPatrick HerrmannGranit XhakaCristopher KramerMahmoud Dahoud vb. potansiyel barındıran çocukları hem pişirme hem oyun konstrüksiyonuna monteleme anlamında önemli eyleşmeleri yapan teknik adamlardan biriydi.

Nice’de göreve başlayan hoca, 2 yıllık kariyeri boyunca ekibe ve ekiple ne kadar basamak atlarsa atlasın, önemli bir mirasa sahip olduğu açık. Bundan 10 yıl önce “Nice” deyince pek kimseler için ilgi çekici argümanlar bulamazken bugün, daha ağır ve vizyonu belli bir Fransız kulübü olarak karşımıza çıkmakta. Mangalda ateşi yakmaktansa onun sönmesine izin vermemek ve parıltıyı sürdürmek daha büyük bir beceriyi gerektirir. Claude Puel, Nice’de bir ateş yaktı fakat o sürekliliği sağlayan adam Lucien Favre’nin ta kendisi…

O dönem elinde bugün hala büyük potansiyel olarak kabul gören sol stoper Malang Sarr, sezon başı Fulham’a rekor bedele satılan Jean-Mika Seri ve Max Le MarchandOlivier Boscagli, Leicester City’ye transferini yaparken 2 kritik sezonundan birini Nice’de kiralık geçiren Ricardo Pereira, Inter’e geçiş yapan ofansif sol bek Dalbert Henrique, 2 sezon öncesine kadar Fransa 4.Ligi’nde mücadele ederken yaz başı Lucien Favre’nin ayrılışıyla saçma sapan gerekçelerle 4 milyon euroya Belçika’ya satılan Arnaud Souquet, sakatlık problemi yaşamasa şu an Premier League yapma potansiyeli olan Wylan Cyprien, Remy Walter, Arnaud Lusamba, Galatasaray’a transfer olan Younes Belhanda, Gladbach’a 23 milyon euroya satılan Alassane Plea ve Mario Balotelli gibi zor ama iyi yönetilebilirse son 6 basamağı atabilecek bir nüve elindeydi hocanın ve o da ilk sezonda 78 puanla takımı üçüncü, geçen sezonda 58 puanla takımı ilk 8’de tutmayı başarmıştı. Kırılgan ve kolay dağılabilen bir yapıyı yaklaşık 700 gün boyunca rayın üstünde tutmak ve doğru yöne kanalize çok kolay iş değil, hele ki takımda ayar bozucu İtalyan bir santraforunuz varsa.

Takımı zaman zaman 4-3-3, zaman zaman 3-4-2-1 çıkarırdı. Sabit fikirli ve statükocu bir fikir adamı değildi. Bu, hem hocanın karakter yapısıyla alakalı hem de biraz ortamın verdiği olanaktı. Younes Belhanda’nın Galatasaray’a transfer olmasına yol açan performansının da mimarı hocaydı. Arkasında sürekli onu toparlayacak ya 2 ya 3 merkez personel olduğundan yaptığı her şey “olumlu”, yapamadığı “görünmez” kılındı. Zaten başka türlü mental olarak sallantılı bir yapıyı ayakta tutamazsın. Bugün Galatasaray’da bile Belhanda’nın yaptığı bir top kaybı veya pas hatası sonrası zihinsel olarak ne kadar dayanıksız ve oyuna tutunamadığını görebilmek için dürbün takmaya gerek yok sanki. Hoca, sadece geri kalan 19 takımla değil kendi oyuncu havuzuyla da mücadele etti/etmek zorunda kaldı. Bazen ağırlık koydu bazen ayıya dayı…

Peter Bosz felaketinden sonra sezonu geçici olarak Peter Stöger’le kapatan Borussia Dortmund’un Stöger’le yola devam etmeyeceği açıktı, zaten daha gelirken bunu belirtmişlerdi. Ama özellikle son dönemde geniş sınırlar içinde konuşursak nümerik bir hoca eksikliği göze çarpıyor Avrupa’da. Atıyorum bugün Real Madrid, Julen Lopetegui’yle yollarını ayırsa takımın başına getirmek için listeleme yapsalar 2-3 ismi ya geçer ya geçmez. Aynı durum Barcelona ve Bayern Munich için de geçerli. Yeni fikir adamı yok piyasada, Quique Setien, Roberto De Zerbi, Domenico Tedesco, Nagelsmann vs. Bu isimleri Quique Setien hariç uzun vadede sürekliliğini görmeden zirveye çıkarmak o kadar da doğru hamleler olmayabilir. Mesela Domenico Tedesco, harika bir yeni fikir siması ama tüm karakter mekaniğini çözmeden yarım sezonluk bir başarı için “şak” diye Borussia Dortmund’un başına getirmek büyük kayıp olabilir. Çünkü yavaş yavaş bu sezon görüyoruz, oyuncu iletişimi ve kriz yönetimini pek beceremediğini Tedesco’nun.

Tüm bu toplamda geçen sezonki gibi bir teknik adam rezilliğini kaldıramayacak durum söz konusuydu ve 2018 Mart’tan bu yana sürekli dillendirilen Lucien Favre takımın başına getirildi. Marco Reus’u Alman futboluna tasarlayan ve sunan oydu, tüm bir yapının üzerine kurulduğu Reus’dan alabileceğinin maksimumunu alabilecek yegane hocalardan biriydi. Onun dışında yan parçaların genç olması, onları yapıya entegre edilme özelinde Favre’nin becerisi, Fransa’ya göre mental dayanıklılığı daha yüksek bir oluşumun idaresi açısından son derece birbirini tamamlayan ve senkronize çalışabilecek bir ilişkiden söz ediyoruz. Zaten tüm bunlar bilinen, tahmin edilebilen şeylerdi.

Dan-Axel ZagadouAbdou DialloAchraf HakimiMahmoud Dahoud gibi isimlerin benzerleriyle Fransa’da çalıştığı için onları hem idare edebilir hem de oyunlarını olgunlaştırabilirdi. Ama onların haricinde sadece gelişime kanalize edebileceği isimler de vardı: Manuel AkanjiJulian WeiglMarius WolfJadon SanchoMaximilian PhilippChristian PulisicAlexander Isak vb.. Lakin, yüksek ihtimalle çok azınlık bir kesim Borussia Dortmund’un lig maratonunda ikinci milli takım arasını tüm turnuva dinamiklerinin Bayern Munich’e baktığı bir konjonktürde lider kapatacağını Ağustos başında kestirebilirdi. Bundesliga’da tek olmak üzere, Fransa’da Paris Saint Germain, İtalya’da Juventus, İngiltere’de Chelsea, Liverpool ve Manchester City dışında Avrupa’nın 5 büyük ligi + Türkiye Spor Toto Süper Lig’de ilk iki ayı namağlup kapatan tek takım yok. İyi başlayacakları açıktı fakat “inanılmaz” başlamak, bu farklı…

Bundesliga’da Borussia Dortmund’un sadece iç sahada attığı gol sayısı, ligin toplamda en fazla gol takımından daha fazla. Herifler motor gibi. Bundesliga’nın 8. Haftasına değin gol averajı 10.5’ken Borussia Dortmund’un gol sayısı 23.. İki katından fazla, böyle bir potansiyel farkı başka bir turnuvada görmek çok mümkün değil. xG dediğimiz gol beklentisi veya hücum kalitesi bareminde beklenilenden (13,35) 10 puan fazla gole (23) ulaşmışlar, PSG dışında Avrupa’da yine üzerlerine tek takım yazamıyoruz. Aynı zamanda bitiricilikleri inanılmaz seviyede. Son vuruşu olabildiğince saklayıp “xG per shot” parametresinde ligin zirvesindeler.

Bir hoca, oyun planında kime özgürlük vereceğine doğru karar veriyorsa kaliteli hocadır. Bu göreve Lucien Favre hocanın seçilmesinin görünmez sebeplerinden birisi aslında. Marco Reus ile birlikteliğinin son sezonunda (Monchengladbach) oyuncunun 21 gol 14 asistlik performansa çıkışının altyapısını hazırlayan hoca benzer performansları Fransa’da da gerçekleştirmeyi başarmıştı.

Saha İçi

Aslında çok ofansif bir takım kimyası gibi gözükse de sezon başında 3 merkez orta sahayla başlayıp Marco Reus’u biraz daha sola yakın kullanmaya çalıştığını görmüştük pratikte. Skor olarak sonuç verse de oyun olarak istenilen konseptte bazı sallanmalar vardı. Lucien Favre’nin hem Gladbach’ta hem Nice’de hem de Borussia Dortmund’da çok belli başlı oyun kalıpları vardır ve akan oyunu oldukça akıcıdır. İlk hafta geriye düştükleri Leipzig karşısında skoru almayı başarsalar da sahaiçi karakteristiğini görmek zordu. 3 merkez orta sahayla üçüncü bölgede yeterli kantitatif tehditi sağlayamadılar fakat patlayıcılıkları o kadar yüksekti ki NBA’deki Russell Westbrook’un futboldaki vücut bulmuş hali Dortmund formasını giymiş gibiydi. 3 merkez orta sahanın yanı sıra Marco Reus da sol kenar üzerinden sürekli içe kırılarak merkezi destekliyordu.

Ardından Hannover deplasmanında bırakılan 2 puan sonrası Favre’nin belli başlı değişiklikleri sahneye çıkmaya başladı. Merkez orta saha sayısı 2’ye inip önlerine Reus’u koyma fikrini denemeye başladı Eintracht Frankfurt karşısında. Skor 3-1 galibiyet. Oyun yavaş yavaş cilalanıyordu. Bu maçla birlikte 3 temel ana fikir oluşmuştu;

Marco Reus’u hem daha serbest bırakmak için hem de kaleye daha yakın tutmak için “10 numara” rolüne yaslamak. Bu sezon bunu yapan tek hoca Favre değil, Carlo Ancelotti de Lorenzo İnsigne’yi Dries Mertens’in yanına çekip kaleye daha yakın tutmak istiyordu. Bunun da kısa sürede meyvesini topladı Ancelotti. Geçen sezon Sarri tedrisatında sol kenar olarak ilk 6 maç 1 gol, bu sezon Ancelotti tornasında 2. Forvet olarak ilk 6 maç 4 gol. Çünkü toplu oyunda topla ilişkileri iyi oyuncunun yalnız ve izole durumda hücumu beslemesi mümkün değil. Reus’un topu kuytu köşede almasının hem ona yaramadığı hem de takımı besleyemediğini farketmiş olmalı hoca.

Hoca belki de Marco Reus’u ters kenarda kullanmak istemiş olabilir ama sağ kenar rotasyonunu iki muazzam potansiyel Christian Pulisic ve Jadon Sancho’yla dolduracak olan Favre’nin, Reus üzerinden half-space’i kullanma hayali suya düşmüş olabilir. Dolayısıyla “kenarda kullanmak” fikrini solda denemiş ama orada da fazla izole kaldığını farketmiş olabilir. Çünkü Reus, sahayı 360 derece görmeyi kabul gören bir vizyona sahip, arkasına çizgiyi almayı son dönemde pek sevmiyor. Daha doğrusu çizgi üzerinde eşik atlayamıyor. Dolayısıyla onu 2. Forvet gibi kullanıp, çizgi üzerine topla delicilik faaliyeti gösterebilecek oyuncu tercih etmek.

Çin’den dönen Axel Witsel’in performansı. Yani, hocanın üçlü merkez orta sahadan tandem merkez ortasahaya dönüşünün temel sebeplerinden biri Witsel’in Çin’den inanılmaz zinde dönüşü. Orta alan ünitesinde hemen hemen ihtiyaçların tümüne karşılık veren bir oyuncun varsa oraya ekstra 2 eleman daha sokmaya gerek yok. Witsel’in bu sezon yaptıkları gerçekten olağanüstü. Takımın ilk top çıkaranı, ana rota çizeni, en kaliteli top dağıtıcısı. Maç başına 61 pas ve %95 isabet, 2 dribbling, 10 ikili mücadele kazanma, maç başına 1,5 şut, 5,6 başarılı defansif aksiyon12,5 sahipsiz top kazanma, 3. Bölgeye %83 başarılı pas, dikine 17 isabetli pas, 41 pas istasyonu olma. Beceremediği hiçbir şey yok neredeyse. Yani ekstra +1 oyuncunun merkeze yerleştirmeye ve buna paralel olarak onun savunma direncine çok da ihtiyaç kalmadığı anlaşılmış olabilir. Öyle ki 4 golle puansız gönderdikleri Augsburg’un dahiyane hocası Manuel Baum, müdafaada 4-2-3-1 yerleşen takımının ön kenar oyuncularını Axel Witsel’e 1v1 marke ettirip oyun kurulumunu engellemeye çalışmıştı, belli ölçüde başarılı da olmuş ama nefesleri yetmemişti. Bu arada sırf Manuel Baum hoca için Augsburg izlenir naçizane tavsiye olarak, son 2 sezonda şu kadro yapısının ligde kalması düpedüz mucize. Philipp Max ve Michael Gregoritsch’i çıkardığı ölçü inanılmaz. Özellikle Gregoritsch’i geçen sezonun en sağlam “false” 9 numaralarından birine devşiriverdi.

 

Tüm bunların ışığında son 4 adet 90 dakikada oyun alışkanlığıyla birlikte 18 gol atıp 5 gole müsaade etmeleri hücum gücünün nereye çıktığını çırılçıplak gösteriyor. 24,7 yaş ortalamasına sahip takım, buna rağmen topta inanılmaz bir hakimiyet kurma telaşı olmaması enteresan. Nice’deki 2 sezonun “possession” averajı %55. Nice için iyi rakam lakin Borussia’da da bu rakamın değişmemesi garip esasen. Nice seviyesi için topla haşır neşirliği seven fakat Almanya’da o kadar da üstüne düşmediği bir parametre hocanın. Temel iki faktör beliriyor kafalarda;

Fransa’ya oranla Almanya’da tempo çok daha yüksek kademede, dolayısıyla rakip topu sana bıraktığında yarı saha hücumu etmek istesen bile bunu çok süratli ve seri şekilde yapmak zorundasın. Örneğin Leipzig; hücumdaki oyuncu ve oyun kalitesinden ziyade Bundesliga’ya yükseldiklerinden bu yana ana amaçları “her birim zamanda ve her birim alanda herkesten bir adım önde olmak”. Almanya’da bunu cilalamaya mecbur baş takımlar. Savunma yapılarını daha da sıkılaştıracak, daha fundemental içeren hocalar ve fikirleri türüyor sürekli. İngiltere’de pek böyle fikir adamları bulamayabiliriz veya Türkiye’de. Mesela Manuel Baum, üstte bahsettik. Adam “Axel Witsel ve Julian Weigl geriden takıma rota çizmeyi becermemeli” düşüncesiyle kenar oyuncularını merkezdeki adama marke ettiriyor. Buyur sana fikir, buna çok seri mikro-reaksiyon verebilmen gerekir. Dolayısıyla topu eveleyip geveleyip sürekli yana-geriye pas kombinasyonuyla çözemeyeceklerinin farkındalar. Bir de sosyal medyada “Direkt oynayan takımlar sürekli topun arkasına geçiyorlar seyir zevki düşüyor”cular türüyor bu ara. Borussia Dortmund, hem direkt oynuyor hem topun arkasına geçmiyor. Bu yüzden %60-65 çıtasına çıkamıyor ve bu yüzden liderler.

Her takımın arazide direkt oynamasının dışında oyunu rakip yarı sahada tutma mekanikleri vardır malum. Ana mekaniklerden biri de sırtı dönük top tutabilen oyuncunun olmasıdır, bu oyuncunun istisna oyun kurguları dışında santrafor olması beklenebilir çünkü 2. Bölge kalabalığından diğer personellere göre daha kör noktada konum almasından dolayı. Savunma önünde pozisyon alır, tipik santrafor reaksiyonu gereği yüksek ya da yerden aldığı topu ister çevikliğiyle yüzünü dönüp dağıtması, ister yüzünü dönecek çeviklikte değilse veya savunmacılar döndürmüyorsa basit sağa – sola dağıtması, duvar olması istenir. Böylelikle topu belli süre saklayıp, müdafaa edip geri kalan 9 oyuncunun rakip sahada ve yakın metrajda lokasyon almaları tabiidir. Gerisi, hocanın kodladığı pas faaliyetine ya da hücum prensibine kalır. Fakat o prensiplere geçmeden önce top saklayabilen oyuncusu yok Dortmund’un. Sezona Max Philip’le başlayan hoca, oyuncudan böyle bir özellik, eylem beklemiyor elbette ama akan oyunda böyle bir hizmeti arıyor takım bu çok açık. Paco Alcacer’in takıma geç katılması ve yapısal alışkanlıkları daha geç sindirmesi bunda temel sebep olabilir. Gerçi Alcacer’de sırtı dönük oyunu olağanüstü becerebilen oyuncu değil fakat Philip’ten bir tık daha önce olduğunu söyleyebiliriz o konuda, aslında her konuda. Philip’i Borussia Dortmund’a taşıyan son Freiburg sezonunda çok nadir santrafor rolü altında forma giymişti, daha çok kutuyu çoklayan ve ceza sahası koşusu yapıp yoğunluğu sağlayan oyuncuydu. Santrafor oynayabilir ama maksimumunu verebilmesi için farklı bir role devşirilmesi elzem. Zaten Freiburg’da çok kısa santrafor oynamasının sebebi de ortalama bir hücumcuya göre seri oyuncu özelliklerine sahip olmasıydı zira Freiburg o sezon ligin en az topla oynayan 2-3 ekibinden biriydi. Yani, savunma arkasına koşu yapabilecek ve açık sahayı kullanabilecek olmasıyla doğru tercih Maximilian Philip’ti. Lakin Dortmund’da böyle bir oyun oynanmıyor. Savunma çizgileri gömülü ve prensipleri kompakt kalmak üzerine kurulu. Dolayısıyla çizgi arkasında alan bulabilmen çok zor bu tip senaryolarda. O yüzden hem Twitter’da hem de PlaseCast yayınlarımızda basbas bağırıyoruz Alcacer’in sürekli 11’e çekilmesinin şart kere şart olduğunu. Oyun bilgisi çok yüksek oyuncu.

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu